Yaşam

Yankı Yazgan: Ruh sağlığında önleyici tedbirler alınmalı

Ezgi Hotalak

Çok değil, yarım asır öncesine kadar anne babalar için çocuk yetiştirmek, klasik yöntemlerle halledilebilecek sıradan bir olayken, zaman geçtikçe anlamı ve değeri değişti. Günümüzde her ebeveyn okuyor, araştırıyor, çocuğunu en gerçek haliyle yetiştirmenin yollarını arıyor. Bu yolda kendilerini en gerçek çıkışa ulaştıracak formülü bile arayanlar var. Fakat bu iş o kadar da kolay değil.

Yankı Yazgan çocuk ve ergen psikiyatrisi denilince akla gelen ilk isimlerden biri… Kariyeri boyunca bu yolda araştırmalar yaptı, konferanslar verdi, makaleler yayınladı. Yeni adresi İnkılap Kitabevi ile yazılarına yeni yüzleriyle hayat veren Yankı Yazgan ile zamanın baş döndürücü yüzünün çocukların ruhsal gelişimine ve anne babaların yetiştirilme tarzına nasıl yansıdığını konuştuk.

Önce alanınızdaki gelişmelerden başlayalım… Meslek hayatınızda kırk yılı geride bıraktınız. İlk günden bu yana özellikle çocuk ve ergen ruh sağlığı alanındaki çalışmalarınızla tanınıyorsunuz. Zaman hızla geçiyor ve bazı şeyler eski haline dönüyor. Kendi alanınıza baktığınızda yaşanan gelişmeleri yeterince görüyor musunuz? Neredeydik, nereye gittik?

Ruh sağlığı alanı, özellikle çocuk ve genç ruh sağlığı alanı, dünyanın değişimine, bilimin ilerlemesine ve teknolojinin yaygınlaşmasına paralel olarak son 40 yılda birçok değişime uğramıştır. Bu konuyu düşünürken çocukların, gençlerin ve ailelerinin bireysel olarak yaşadıkları ruh sağlığı sorunlarına ve bu zorluklara özgü klinik hizmetlere, ayrıca okulların üretim ve gelir dağılım kalıplarının nasıl olduğuna bakmak gerekir. Çocukların hayatında doğrudan yeri olan şeyler ve yaşadıkları toplumlar değişti.

Uzun bir süredir ülkemizde nüfusun en büyük kesimini çocuklar ve gençler oluşturuyor. Bu nüfus yoğunluğu ruh sağlığı alanında sürekli artan ama her zaman yüksek talebi tek başına yaratmamaktadır. En az 28 yaşına kadar uzatılabilecek bu yaş aralığı, insan beyninin en hızlı farklılaştığı, geliştiği ve bu farklılaşmalarla bağlantılı olarak ruhsal olgunlaşma adımlarının atıldığı dönemdir. Ağır ruhsal bozuklukların birçoğunun ilk kez kendini gösterdiği ergenlik ve sonraki gençlik döneminde kazalar, cinayetler ve intiharlar ölümcül sonuçlar açısından ilk üç sırada yer almaktadır. Bebeklik ve çocukluk dönemi, ‘nörogelişimsel’ olarak tanımlanan dikkat, dil öğrenme ve sosyal bağlantı gelişimindeki pek çok farklılaşma ve bozulmanın farklı düzeylerde meydana geldiği, sonuçlarının çocukların toptan gelişimini olumsuz yönde etkileyen bir diğer dönemdir. Gençler, özellikle de davranış ve duygu düzenleme becerileri risk altındadır. .

‘PANDEMİ VE DEPREM DUYGUSAL İKLİMLERİ GÜVENSİZ VE GÜVENSİZ HALE GETİRDİ’

Çevresel ve sosyal olayların çocuk ve gençlerin ruh sağlığına etkisi nedir?

Bu kritik gelişim aşamaları karşısında son on yılda hızlanan ve etkilerini hissettiğimiz pek çok toplumsal değişim yaşanmıştır. Çocukların büyüdüğü evlerde geleceğe dair sorunlar, geçimsizlik, şiddet ve anlaşamama arttı. Ülkemizde ekonomik büyüme ve sosyal kalkınma devam ederken, yeryüzünün yok edilmesini, insan haklarının hiçe sayılmasını, sosyal ve ekonomik eşitsizliğin derinleşmesini karanlık bir arka plan olarak gördük. Pandemi, deprem ve diğer doğal afetler, iklim krizinin doğrudan ve dolaylı etkileri, göçler, savaşlar ve hoşnutsuz kitlelere yönelik baskı ve korkutma gibi olaylar, duygu iklimini inanılmaz ve güvensiz hale getirdi. Bu inançsızlık ikliminin bireyler ve toplumlar üzerinde biyolojik yatkınlıklarına, psikososyal geçmişlerine ve pekiştirme sistemlerine göre değişen zayıflatıcı etkileri olmuştur. Ruh sağlığı konusunda farkındalığı da artıran bu olumsuzluklara nasıl tepki verdiğimiz, etkilenen birey ve toplulukların ruh sağlığını korumak ve geliştirmek için yaptıklarımız daha da değerli hale geldi. Dünyanın çeşitli yerlerinde aynı anda yükselen ruh sağlığı krizi çığlıkları, ‘küresel’ bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu, dayanışma ve iş birliğinin gerekli olduğunu düşündürüyor.

Deprem ve salgın dediniz… Bunlar onları nasıl etkiledi?

1999 depremi, yüzbinlerce, daha doğrusu milyonlarca insanın yer değiştirmesine ve göç etmesine neden olan, onbinlerce insanın hayatına mal olan, insanları travmatik etkilerle sarsan bir durum olarak tanımlanabilir. 6 Şubat’ta çaresizlik, yalnızlık ve dehşet duygularını daha da şiddetli yaşadık. Bu doğal afetler sonucunda çocukların ve gençlerin ruh sağlığı konusundaki farkındalıklarında köklü değişiklikler meydana geldi. Özellikle 1999 yılında yaşanan büyük deprem sonrasında ortaya çıkan zihinsel duyarlılık ve farkındalıkla birlikte ruh sağlığı alanının sağlığın ayrılmaz bir parçası olduğunu görmemizi sağladığını söylemek iddia olmaz.

Bu süreçte bir başka toplumsal felaket olarak özellikle pandemiyi de eklemeliyiz. Küresel boyutunun yanı sıra çalışma tarzı, eğitim, ev içi yaşam gibi yaşam alanlarında yarattığı etkilerin kalıcı olmadığını düşünüyoruz. Pandemi, beyin sarsıntısı gibi şok edici sonuçları olan durumları unutmaya çalışmak ve onlara hiç olmamış gibi davranmak, bunların etkilerini anlamamızı geciktirir ve durumu karmaşıklaştırır. Salgının ve sarsıntının toplumsal dokudaki kırılmanın en önemli etkilerini okullarda (ve çocuklarda ve gençlerde) gördük. Okulların uzun süre kapalı kalması ve çocukların ruhsal gelişimine katkı sağlayan eğitimin başka yollarla sürdürülmeye çalışılmasının etkisi çocukların akademik gelişimini etkilemiştir (ABD’de ortalama yüzde 30 kayıp) ). Çocukların ve gençlerin diğer çocuklar, arkadaşlar ve öğretmenlerle birlikte olmalarını doğrudan etkileyerek sosyal gelişim üzerindeki olumsuz etkisini her zaman gözlemledik.

Pandemi, birçok kanaldan yarattığı olumsuz etkilerle mevcut ruh sağlığı bozukluklarını derinleştirmiş, yatkınlıkları ise klinik boyutlara varmıştır. Örneğin İstanbul’da acil servislere başvurularda yaptığımız bir araştırmada da görüldüğü gibi özellikle hafif duygudurum bozuklukları ve davranış bozuklukları ciddi boyutlara çıkmıştır. Kendine zarar verici davranışlarda artış oldu. Biz istikrara kavuşmak üzereyken, ülkemizde 2023 Şubat depremiyle birlikte deprem bölgesinde milyonlarca insan ve bu duruma ve ölümlere tanık olan, hayatın sonluluğunu travmatik bir şekilde fark eden çok sayıda çocuk ve genç, bunun sarsıcı etkilerini yaşadı. Bu sürecin manevi düzeyde

Peki ya bilim, psikiyatri ve beyin, genetik, immünoloji araştırmaları… Bu alanların neresindeyiz? Kitabınızda bu araştırmaların yükselişe geçtiği döneme ait tanıklıklar var…

Tüm bu aksilikler dünyayı ve ülkemizi sarsarken, bir yandan da geçtiğimiz onyıllarda bilimsel verilerin sağladığı zenginleşmeye paralel olarak bilgimiz ve yaratıcılığımız arttı; Pek çok ruhsal bozukluk, insan beyninin gelişimi ve bu gelişimi bozan ya da güçlendiren faktörler hakkında daha fazla bilgi sahibi olduk. Klinik düzeyde yapabileceklerimizle daha fazla insana ulaşabiliriz. Ülkemizde sağlığın bu alanında çalışan kişilerin sayısı katlanarak arttı. Birçok durumu önceden tespit edebiliyoruz. Örneğin otizmi düşünün. Sadece erken değil, farklı yaşlarda hayatın akışını bozan incelikli görünümleri de tespit edip gerçek yaklaşımlar uygulayabiliyoruz. Bu olumlu gelişmeler bir yandan da doğal olarak çözülmesi gereken yeni sorunlar yaratıyor. Türkiye’nin ve dünyanın ücra köşelerindeki insanlar ruh sağlıklarını iyileştirmek istediklerinde tele sağlık uygulamaları aracılığıyla bir uzmana ulaşabiliyorlar. Bu fırsatlar sağlarken, eksiklikler ve yanlış uygulamalar nedeniyle ortaya çıkan sorunlara da odaklanmamız gerekiyor. Yaptığınız şeyin doğruluğundan emin olmadan, her zaman yaptığınız şeyin doğruluğunu test etmek bilimsel niyetin temel ilkelerinden biri değil mi? Bu nedenle bilimde elde edilen bir bulgu, sanırım uzun bir yolda aldığınız tek bir nefese, doğruyu söyleyerek attığınız adıma benzetilebilir.

’70’lerin umutlu ve iyimser diline ihtiyacımız var’

Teknolojinin hızla gelişmesi, tüketim çılgınlığının giderek artması, dünyanın ya da yaşadığımız sanılan coğrafyanın zamanla daha da tekinsizleşmesi… Zamanın üzerimizdeki olumsuz etkileri çocuk psikolojisinde neyi değiştirdi? Dünün çocuğu neydi, bugünün çocuğu nedir?

Dünyanın bugünkü durumunu 1970’li yıllarda ülkemizde ve dünyada yaşanan çatışmalı ve karışık toplumsal ortama benzetebiliriz. Otoriter popülist siyasal iktidarlar, topyekün savaş tehlikesi, iklim krizi nedeniyle gezegenin yok olma ihtimalinin artması, ayrımcılık, göç ve travma, yoksulluk ve eşitsizlik, iklimin bir modülü gibi yaşamlarımızı ve doğal ruh halimizi etkiliyor. Her birimiz bire bir etkilenmeyebiliriz; kaynaklarımız, konumumuz, kırılganlıklarımız diğeridir. Ancak bu tür etkileri soluduğumuz bir tür hava gibi düşünün. Nasıl ki Kanada’daki yangın New York’un atmosferini bozuyorsa, yanımızda olmayan bozucu faktörler de aynı yolu izleyebilir. Sonuç bir tehlike duygusudur. Kendinizi tehlikede hissettiğinizde verdiğiniz tepkilere göre değişen ruh halleri.

Atalay Yörükoğlu’nun kitabına yazdığım önsözde bu konulara değinirken, 70’li yıllarda Atalay Hoca’nın umutlu ve iyimser diline ihtiyacımız olduğunu söylemiştim. Ancak 70’li yılların karışık ve çatışmalı döneminde bile demokratik hak ve özgürlüklerin varlığının ve genişliğinin bugünün çok ilerisinde (daha demokratik) olduğunu gösteren HRW verileri görünce, umudun sadece bireysel bir tercih olmadığını belirtmek gerekir. ama aynı zamanda içinde yaşadığımız dünyanın getirdiği bir çerçeve.

Bugünün çocuğu da dünün çocuğu gibi tüm bu koşuşturma içinde kendisini dinlemeye hazır bireylerin yanında yer almak, kendisine değer verildiğini hissettiren ilgi alanlarıyla meşgul olmak ister. Çocuk oburun farklılığını veya ötekiliğini kabul etmeyi, bu çıkarlar doğrultusunda diğerine değer vermeyi ve değer vermeyi öğrenebilir.

Geçmişte çocuk yetiştirmek bugüne göre biraz daha sıradandı. Anne-babalar kendi ebeveynlerinden ya da muhtemelen çevrelerinde gördüklerini çocuklarına uyguluyor, onları klasik yöntemlerle yetiştiriyorlardı. Günümüze baktığımızda kitaplar, yayınlar, seminerler… Anne baba eğitime çocuk henüz anne karnındayken başlıyor. Bu değişikliğe ne sebep oldu? Gerçekten eskisinden biraz daha rahat mıydık ve bugünü bu kadar telaşlı yapan neydi?

Kaynaklar okumaya yetişilemeyecek kadar çok, bilgiye ulaşmak kolay. Ancak bilgiye ve rehberliğe olan ihtiyaç daha da arttı. Bu neye bağlıdır?

Sona gelmemiş olsak da ‘yeniye olan düşkünlük arttı, anlık olanın tüketimi bilimsel olanı öne çıkardı’ diye tanımlayabileceğim 30 yıllık bir dönemin sonuna yaklaşıyoruz. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın tanımladığı gibi ‘çocukların hayatımızdaki psikolojik değeri’ tüm toplumsal sınıflarda arttı. Teknolojinin etkisiyle hayatın birçok alanında değişimler yaşanırken, hem çocuklar hem de kendimiz için ‘ne yapılması gerektiğine dair kılavuzlar’ aradık.

‘Geçmişle bağlarını kaybetmekten korkan ve onu sımsıkı koruma telaşında olanlar ile geçmişin yetersizliklerinden bunalıp gelene kucak açanlar’ olarak tanımladığım iki uçta kümelenmiş bir toplum, daha fazlasını arayabilir. bilimsel nesnellik ışığında doğru/yanlış ayrımını yapmaktan daha kısa formüller. ‘Tehlike altında olma duygusu’ derken, şu anın ötesinde düşünememeyi kastediyorum. Beklemeden, ‘vakit kaybetmeden’… Sanki ‘Sürenizin sonuna geldik’ demiş gibi davranıyoruz. Hiçbir şeyi kaçırmamak, hiçbir şeyden vazgeçmemek, seçimlerimizin değişkenliği… Bu nasıl sorun yaratmaz?

‘YAZILARIMIN OLDUĞU GİBİ ANLANMASINI İSTEMİYORUM’

Mesleğinizin ilk yılından bu yana yazı yazan bir psikiyatrist olarak kitapların ebeveynlere ve eğitimcilere yol göstermesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir kitap çocuklarla hayatın sırrını vermese bile değerli bir rehber olabilir mi?

Öncelikle sır yok. Bilgimiz var. Yapmamız gereken şeyler var. Elbette bilgi boşluğunu doldurmak değerlidir. Ancak ne yapacağımızı bilsek de bildiğimizi yapmakta zorlanıyoruz. Bildiklerimizi okumayı seçebiliriz çünkü her birimizin kendine özgü bir mücadelesi vardır. Bunu anlamamıza yardımcı olacak bir kitap genellikle edebiyatta bulunabilir; bu kitap, diğer insanların dünyalarına dahil olmamızı, başkalarınınki aracılığıyla kendi engellerimizi anlamamızı sağlar. Okuduğunuzda hayatınızı değiştiren kitaplar, birden fazla yönü göstermek amacıyla yazılmış kitaplar değildir. Muhtemelen aktif olarak rehberlik arıyorsanız, otizm veya dikkat eksikliği/hiperaktivite bozukluğu gibi tanımlanmış bir durum hakkında bilgiye ihtiyaç duyuyorsanız rehber kitaplar pahalıdır. Ancak böyle bir durumda ilim tek başına üzüntümüzün ve karamsarlığımızın üstesinden gelemez. Bilgisini bizimle paylaşan biriyle kurduğumuz ilişki, bilgiye ekstra bir güzelleştirici güç katar.

Hiçbir zaman bir rehber kitap yazmayı düşünmedim. Bunu rehber edinenlere teşekkür ederim ama bir kitapta yazdıklarımın filtrelenmeden benimsenmesini istemiyorum. Ben yazılarıma bir yabancı olarak bakmayı tercih ediyorum. Kitaplarımın okurken biraz zorlamasını, biraz keyif vermesini, okurken daha önce aklıma gelmeyen soruları gündeme getirmesini, başka kitaplara, filmlere, eserlere bakma isteği yaratmasını istiyorum. Bunu tam istediğim gibi yapamamak beni pek rahatsız etmiyor. Aynı zamanda bende yeni şeyler yazma ve çizme isteği uyandırıyor. Muhtemelen gerçek bir yazar olmadığım için böyle düşünüyorum.

Yıllar geçtikçe psikiyatri alanındaki başvuruların sayısı hızla arttı. Aslında bu, bilinç düzeyinin arttığını göstermesi açısından yerinde… Ancak hasta-hekim ilişkisinin en aza indirildiği dönemlerden geçiyoruz. Ruh sağlığına yönelik artan başvurulara yeterli yanıt verilebiliyor mu? Bu yoğunluğun azaltılmasına yönelik önleyici adımlar atılabilir mi?

Her doktorun bir günde çalışabileceği süre belirlenir; Devlet hastanelerinde bile doktorları zorlayarak süreyi ne kadar kısaltırsanız kısaltın, ruh sağlığı krizinin göstergesi olan başvuru sayısındaki artışa ayak uydurmak kolay değil. Başvurular görünen kısmıdır, görünmeyen kısmı ise şudur: Yaşadıkları deneyimlerin ruh sağlıklarındaki bozulma sonucu olduğunun farkında olmayanlar, kaynaklarının sınırlarının farkında olanlar ve daha da önemlisi başvuramayanlar. damgalanma ve dışlanma korkusundan kaynaklanmaktadır. Çocuk ve ergenler 18 yaşını doldurmamış olduklarından ebeveynleri durumu fark edip önlem almadıkça sağlık hizmetine başvuramazlar; Acil kriz durumları (intihar girişimi, kendine veya başkalarına zarar veren davranışlar gibi) veya göz ardı edilemeyecek değişiklikler (aşırı kilo kaybı, saç dökülmesi gibi bedensel göstergeler) habersiz ebeveynleri harekete geçirebilir. Yetişkinlerin iş performansında olduğu gibi akademik başarıdaki düşüş de önemli bir göstergedir.

Çocuk ve ergenlerin ruh sağlığını koruma yükü yalnızca ebeveynlerin omuzlarında olmamalıdır; Dolayısıyla kamunun koruyucu rolünün nerede olması gerektiğini söylemek gerekiyor. Okullar toplumun çocuk ve ergenlerle en değerli etkileşim alanıdır. Okullar, öğretmenleri, okul danışmanları ile çocuk ve ergenlerin gelişiminde, ruh sağlıklarının korunmasında, sorunların erken tespit edilmesinde ve uyarılarda bulunulmasında kilit rol oynayabilir. Bu rolü tam ve uygun bir şekilde yerine getirebilmek için okulların, bireysel sorunlara duyarlılığın ötesinde müfredatı, paydaşlar arası bağlantısı ve temel ilkeleri ile insanın sosyal duygusal gelişimini ön planda tutan, zihinsel refahına duyarlı iklimlere kavuşturulması gerekmektedir. Öte yandan cinsiyet ve sınıf eşitsizlikleri ya da maliyetlerin toplumun büyük ve küçük farklı kesimleri için farklılık gösterebileceği gibi faktörler göz ardı edilerek bilimsel ve eleştirel olmaktan uzaklaşılıyor. Bu yetişkin nüfus için de geçerli değil mi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu
istanbul escort
istanbul escort
istanbul escort